‘Bak sana bir hikaye anlatacağım
ama iyi dinle. Hikayenin sonunda şaşıp kalacaksın, bugüne kadar bende bir
açıklamasını bulamadım, Allah’ın işlerinden biri işte!’ dedi ansızın. Akşam yemeğini yemiş, o sobanın arkasındaki
tek kişilik kahverengi koltuğuna yerleşmiş, bense çayı demleyip getirmiş
sobanın üstüne koymuş, tek kişilik koltuğun yanındaki, onun aynı zamanda yatak
olarak kullandığı divanda yerimi almıştım. Aralık ayının karanlığı ve soğuk
rüzgarı da dışarıyı teslim almıştı. Ege’nin zamana göre çok yavaş değişen
köylerinden birindeydim. Aynı çocukluğumdaki gibi bahar, yaz ve sonbahardaki
hareketliliği kendini kışın dingin soğuk ölü karanlığına bırakmış, köy
ahalisi bu mevsime uyarak kendilerini
ocaklarını tüttürmeye vermişler ve evlerinin kapılarını kış için kapatmışlardı.
Bu mevsim Sevim Hanım’ın sevdiği
mevsimlerden hiç değildi. Hayatını dışarıda bağında, bahçesinde geçiren biri
olarak kendini odalara kapatmak, nefes almaya ara vermek gibiydi. Çok
eskilerden taa çocukluğumdan hatırlardım ruh halinin nasıl değiştiğini,
karamsar, huysuz biri haline geldiğini. Kış renginin damgasını vurduğu odalarda
oturmak ona göre değildi ama kışın hiç gelmediği dünyanın diğer bölgelerini ise
hiç mi hiç bilmiyordu Sevim Hanım. Hatta ona bugün öyle bir yerden geldiğimi
söylesem parlak mavi gözleriyle bana bakıp gülümseyecek, başını sallayacak ‘
Allah Allah, hiç mi soğuk olmuyor oralarda Allah’ın yarattığı işte’ diyecekti.
‘Tamam dinliyorum, şu çayımızı
bir koyayım’ dedim, onu fikrinden caydıracağımdan korkarak. Şu anki
birlikteliğimiz ender zamanlarımızdan biriydi. Onu en son gördüğümden bu yana
iki buçuk yıl geçmiş, bu süre içerisinde Sevim Hanım, bitmez tükenmez hastalıklarla
mücadale etmiş, zaten yaşlı olan vücudu biraz daha yaşlanmıştı. Çayı ince belli
bardaklara doldurup, divandaki yerimi aldım. Ben oturur oturmaz söze başladı; ‘
Siz hepiniz gitmiştiniz, yalnızdım hep yalnızdım. ‘ Mavi gözleri uzaklara biryerlere
dalmıştı. Başını salladı, alınmışçasına,
kendikendine konuşur gibiydi. ‘ Sen dört çocuk yap, yine yapayalnız kal,
bakacak, kapını açacak kimsen bulunmasın’.
Bak ben açtım ya kapını, birlikte oturuyoruz ya demek geçti içimden.
Onun yerine anlatacaklarının sabırsızlığıyla ‘peki ne oldu? diye çekiştirdim.
Sevim Hanım, henüz kırk yaşına
bir kaç yıl girmişken, kendini dört
çocukla yapayalnız buluvermişti.
Çocuklarının babası, bazen yoğun bir sevgi bazen de yazgısıyla
bağlandığı kocası henüz kırk yaşına ayak basmadan onu bu dünyada dört çocukla
bırakıp sonsuzluğa yelken açmıştı. Arkasında onlara pekte bir güvence
bırakmadan... Sadece o değil geride bıraktığı çocuklarda kendilerini
terkedilmiş bulmuşlardı, hayatlarında kanatsız bir melek gibi gördükleri
babaları tarafından. Nasıl bulmasınlar ki? Sevim Hanım ne kadar otoriter,
huysuzsa ve zaman zaman hayata karşı
olan hayal kırıklıklarını çocuklarına yansıtmışsa, babaları olabildiğince dingindi. Belki de onun ve dört
çocuğun karmaşık hayatlarına gökten yanlışlıkla düşmüştü ve bir süre sonra
yolunu bulmuş geldiği yere geri
dönmüştü. Daldığı bu düşüncelerden, Sevim Hanım’ın sesiyle uyandı.
‘ Üzümler toplanmıştı gari,
havalar yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Hiçbiriniz yoktunuz. Biriniz Ankara’da
diğeriniz İstanbul’da okulda, abin İzmit’te, kızkardeşin İzmir’deydi. Bir sabah
erkenden kalktım, kahvaltımı yapmadan yola çıktım. İlk önce Yenice’ye gittim koca bağı iki
saatte dolaştım ne kadar neferge ve geride kalmış üzüm salkımı varsa topladım.
Dört keleter üzümü serginin yanına bırakıp, aşağıki bağa gittim. Oradanda on keleter üzüm çıktı. Tam onları nasıl eve getireceğimi düşünürken
Hasan çıkıverdi karşıma. Hasan’ı bilirmisin? Siz yokken bağın işlerini yapan...
Sepetli motoruyla aldıda getiriverdi hepsini eve...
Öğleden sonra on beş keleter
üzümle bahçede oturmuş ne yapacağımı düşünürken Eliz aradı. Üzümleri tek başına
çiğneme dedi. Yarın geliyorum, birlikte çiğneyip pekmezi yaparız dedi. Eve
çıkıp öğlen yemeği için bir şeyler atıştırdım. Yeniden bahçeye çıktığımda onbeş
keleter üzüm öylece bana bakıyordu. Düşündüm, taşındım bu öölee olmayacak. beklemeyecek dedim.
Ninengilin evinden tahta tekneyi sürükleye sürükleye getirdim.’
Hasan’ı biraz hatırlar gibiydim.
Hayatımıza düşen melek, bizi bıraktıktan ve belli bir süre sonra onu
kaybetmenin yasını tuttuktan sonra, Sevim
Hanım dört çocuğu nasıl besleyeceğinin telaşına ve bağları nasıl bakacağına bir
çözüm aramaya girişmişti. İşçi kullanırsa borçlarına borç katılacaktı. Çocuklar
küçüktü ama iş yapamayacak kadar da değillerdi. Beşi birden çalışırlarsa işçi
kullanmalarına gerek kalmayacaktı, en azından üzüm-hasat zamanına kadar. Sevim
Hanım çocuklarında katkısıyla bağ işlerini kendisi yapmaya karar vermişti. Bu
karar beşinin de hem fikir olduğu bir karar değildi, Sevim Hanım’ın neredeyse
kendi başına aldığı bir karardı. Çocuklar zoraki olarak evet oyu vermişlerdi
buna.
Okul harici günlerde, bağda
çalışır duruma gelmişlerdi. Sabahları
gün doğmadan yataklarının başında biterdi Sevim Hanım. ‘ Hadi bakalım yeni bir gün
başlıyor. Tüm köy halkı bağının bahçesinin başında siz hala yatın’ diye bir
azarla birlikte sesini duyduklarında yataktan fırlarlardı. Bir süre sonra
yataktan kalkmanın zorluğuna karşılık bu erken sabahların tutkunu haline
gelmişlerdi. Yeni yeni doğmaya başlayan
güneşin uçsuz bucaksız yeşil bir denizi andıran yeni filizlenen bağların üstüne
parladığını görmek, çiçeklenen bağların güneş doğuşuyla birlikte akşamdan yağan
çiğ tanelerinin taze yaprakların üstündeki ışıltısını, bu kadar erken kalkmamış
olsalar göremeyeceklerini farketmişlerdi. Bugünlerde Sevim Hanım önden önden
yürür onları bu sabah yürüyüşünün keyfini çıkarmaya izin verirdi. Sol taraflarında kalan ve Alaşehir vadisine
damgasını vuran Bozdağ, gri-mor haline bürünürdü bu sabahlarda. Dünyanın başka
güzelliklerini henüz görmemiş tazecik gözlerine bu güzellik eşi bulunmaz
olağanüstü bir şeydi.
‘Hımmm, hımmm diyorsun ama beni
hiç dinlediğin yok’ dedi yaşlı kadın. ‘Dinliyorum, dinliyorum’ dedim bir
telaşla. ‘Ne anlatıyordum en son, o zaman?’ diye sordu kaprisli bir sesle. ‘Bak
geçen gün Eliz geldiğinde, bana hep eskileri sordu, yazdı, çizdi... Sende
anlattıklarımı iyi dinle, hımm hımm diyeceğine! ’ Dikkatimi verdiğimi görsün
diye gözlerimi açtım.
‘O üzümleri nasıl çiğnedim bende
bilmiyorum, akşam hafiften kararırken hepsini bitirdim, şırayı yukarki ninenden
miras kalan o kocaman demir kazanın içine doldurdum. Ne kadındım ben ne hallere
düştüm”. Başını iki yana salladı, sanki tüm bunları bana değilde bir zamanlar
nelere muktedir olduğunu kendisine hatırlatmak için anlatıyor gibiydi.
‘ Ter içinde kalmıştım. Eve
çıktım, yundum yıkandım, üstümü değiştirdim. Kazanların üstüne kapattım. Komşuya gittim. Onlarda yenice fırından ekmek
çıkartıyorlardı. Bahçede hep birlikte oturup ekmek yağlayıp yedik üstüne de bir
güzel çay içtik. Hatırlarmısın o eski günleri,
bizde ekmek yaptığımızda yukardan Telli ninen, Fatma ninen Hanımaşa ninen, diğer komşular bahçede toplanır koca
bir ekmeğin başında saatlerimizi geçirir, sohbetler ederdik...’
Hatırlamaz mıydım? Çocukluğumun
en detaylı hatırladığım zamanlarıydı... Daha
çok yaz sonu, belki de pekmezin kaynatıldığı zamanlardı bu zamanlar. Hadi git
Telli nineni, Fatma nineni çağır gel derdi. Çay zaten demlenmiş olurdu. Fırından tatlı maya ekmeğinin kokusu tüm
mahalleye dağılırdı. Sadece bir kaç yaşlı kadın değil, yoldan geçenlerde
katılırdı akşamın sohbetine... Nelerden bahsedilmezdi ki bu akşam
sohbetlerinde? İnlerden cinlerden perilere, gizemli yaratıklara, ölülerden dirilere, hayatın dedikodularına
kadar herşeye... Sıcacık tereyağlı ekmeği ısırırken, kadınlardan birinin ‘ Kırk
gece siniler büyüklüğünde nurlar yağmış, onun vurulduğu yere... Gökten melekler
inmiş...’ dediğini duyardım. Kimden bahsedildiğini bilmesemde, gözlerimin
önünde ağır ağır ışık parçacıkları inerdi yeryüzüne.
‘ Komşuda bir saat ya kaldım ya
kalmadım, içimden bir ses ‘ kalk git evine’ dedi. Yolda gelirken şırıl şırıl
bir ses duydum. Hemen fenerimi açtım baktım.
İncecik bir su akıyor. Allah Allah dedim hayırlara işaret... Gele gele
ne bulsam, beğenirsin?’ Mavi gözleri kocaman açıldı, ‘ Benim kazanlardaki
şıralar taşmış taaa aşağıdaki koca yolu bulacakmış neredeyse... Demekki komşuda
otururken bene malum olmuş. Düşündüm
taşındım, olmayacak dedim, bu şıralar beklemeyecek, ertesi güne kadar. Hemen evin önünden çubukları, odunları
getirip, ocağı yaktım. Sabahı nasıl ettim bilmiyorum... Yavaş yavaş kendimi hiç
yormadan, gözümü hiç yummadan, İncir ağacının altındaki ocakta, sabahın ilk ışıklarına kadar gelecek kışın
pekmezini kaynattım. Son kaynattığım kazanın içine de ayvaları attım onlar yavaş yavaş şıra
kaynayıp koyulaştıkça yumuşadılar. ‘
Pekmezin havaya karışan tatlı
kokusunu içime çeker gibi derin bir nefes aldım. Köyde bir ritüel gibi yaşanılan zamanlardı
pekmez zamanları. Yazın son, sonbaharın ilk zamanlarına denk düşerdi. Tüm köy
halkı çoluk çocuk pekmez kaynatma telaşına düşerdi. Sonbaharın renklerine
bürünmeye başlayan vadiyi bir de tatlı, baygın bir pekmez kokusu alırdı. Sevim
Hanım sanki o günü yaşarmış gibi devam etti. ‘ Güneş doğarken bütün işimi
bitirdim ama bende bitmiştim artık. Öğlene doğru, Eliz geldi. ‘ Anneee ‘ diye seslendi yoldan. ‘ Ben pekmez
yapmaya geldim seninle birlikte sen beni beklemeden yapıp bitirmişsin herşeyi.’
‘ Seni beklesem şıralar sel olup koca çaya kadar ulaşacaktı dedim.’ ‘ Eğer komşuda oturup kalsaydım, pekmezin
yerinde yeller esecekti. Allahın takdiri işte! Beni dürtükledi ve birde
cesaret, güç verdi ki, o pekmezi tek başıma kaynattım. Öyle bir kadındım ben,
zamanında....’
Bir süre öylece oturduk. Sobanın
üstündeki fıkırdayan çaydanlığın sesine, dışarıda esen rüzgarın fısıltısına
kulak verdik ikimizde. ‘Saçını taramamı
istermisin?’ diye sordum. Küçük bir çocuk gibi şakıdı ‘ Azıcık kaldılar artık
bak.’ Beyaz baş örtüsünü çıkardı. Gümüş
rengi saçları bir bebeğinki gibi yumuşacıktı. Ben saçlarını tararken Sevim
Hanım mutlulukla gülümsedi.
...............................
A.G.C, Tuaran, Borneo, 2015
Edited in Shanghai, 2018
...............................
A.G.C, Tuaran, Borneo, 2015
Edited in Shanghai, 2018
Comments
Post a Comment